Makedonya Günlükleri II — Manastır

Doğukan Oruç
16 min readDec 11, 2019

--

Gradski Park, Bitola / Büyük Park, Manastır.

İLK GÜN

Böylelikle Manastır’a varmış bulunuyorum. Ortada Evliyâ’nın bahsettiği “Arnabûd eşkıyâ”sından birilerini gördüğüm yok, eli palalı, beli silahlı Meşrutiyet kabadayılarının geçit resimleri de çoktan tarihe karışmış. Otobüsten inen diğer herkes usulca dağılıyor, A. ağabey de veda ediyor. Bu ufak şehirde tekrar rastlaşacağımıza dair duyduğum sarsılmaz güven yüzünden telefonunu almaya teşebbüs etmiyorum. Ona bir daha rastlayamayacağımı nereden bilebilirim ki? Nihayet Üsküp otobüsünden geriye kalan son yolcu olduğum için beni almaya geldiğini anlamakta zorlanmadığım siyah bir Mercedes otogara giriş yapıyor: “Hey Dogu!” Nikola Ivanovski -ki Makedonya’da geçireceğim süre boyunca benimle ilgilenecek- sıcak bir gülümseyişle yanıma yaklaşıyor. Kırklı yaşlarının başında, sevimli bir adam Nikola. Bavulumu arabaya yükledikten sonra Manastır’daki iki ayımın ilk yarısını geçireceğim daireye doğru yola koyuluyoruz. Bu sevimli şehirde yayalara yol vermek dışında trafiği sıkıştıracak herhangi bir kalabalık olmadığı için beş dakika içinde eve varmış oluyoruz. Nikola biraz sohbetten sonra dinlenmem için beni yalnız bırakıyor. Dairem Stiv Naumov sokağında, bir çocuğun usanmaksızın akülü arabasını sürdüğü bahçeye bakan sevimli bir ev. Ben sokağın ismini birkaç hafta boyunca Sveti Naum olarak hatırlamaya devam edeceğim. Sokağa Aziz Naum’un değil, II. Dünya Savaşı partizanlardan biri olan Stiv Naumov’un adının verildiği gerçeğine karşı umutsuz bir bilinçaltı direnişi bu.

Bavulumu boşalttıktan sonra dışarı çıkmaya karar veriyorum. Güneşin batmasına bir buçuk saat kadar var. Hava hayli sıcak. Ellerim cebimde, herhangi bir yere gitme amacı taşımamanın verdiği rahatlıkla sokaklarda dolanıyorum. Aklıma Manastırlı Sâlih Faik Bey’in bir mısraı düşüyor: “Bir râhib-i aşkım ki Manastır vatanımdır” Bu mısraı ansıdığım her seferindeki gibi, yine tebessüm etmekten kendimi alamıyorum. Manastır eski şehir. Bunu söylemekle zaten yâr ve ağyârca malum olan zengin tarihine işaret etmek istemiyorum, Manastır literal anlamda “eski” bir şehir. O güzelim on dokuz ve yirminci yüzyıl konakları, ara ara serpiştirilmiş cumbalı Osmanlı evleri, hatta şehrin tarihinde önemli yer tutan birtakım binalar… Bunların hiçbiri restorasyon yüzü görmemiş. Bir yanım bu binaların öylece solmalarına üzülse de diğer yanım restore edilmiş eski evleri düşündükçe mutlu oluyor. En güzel ve aslına sadık restorasyonda bile bu nevi binaların tam olarak tarif edilemeyen “bir şeyler” kaybettiği muhakkak. Belki de asıl sorun bu yapıların yeni inşa edilmiş gibi görünmemeleri gerektiğidir. Ne denli mükemmel yapılmış olursa olsun fark edilen bir estetik operasyonu gibi, restorasyonların en doğru yapılanları bile insana belli belirsiz bir eğretilik hissini duyumsatmaktan kaçınamıyor.

Yürüyüşümün erken safhalarının birinde, yaklaşık onuncu dakikada gözüm yine böyle eski bir evin duvarının önündeki büste takılıyor. Esasında Manastır’ın her tarafında bu nevi anıtımsı yapılar var, yerlilerin bile çoğunun hangi olayı ve kimi hatırlatmak için inşa edildiklerini bildiklerinden emin değilim. Gözlerimi kısarak -bunun nedense yardımcı olacağını düşünürüm- büstün altındaki yazıyı okuma çalışıyorum: Goce Delchev. Goce, bu topraklardaki hemen her şey ve herkes gibi, Bulgarlarla Makedonlar arasında bir türlü paylaşılamayan bir ulusal kahraman ve Balkanların her tarafında olduğu gibi burada da millî kahramanlar Goce gibi Osmanlı’yla sorunu olanlar. Karşısında durduğum bu büst Osmanlı’dan bağımsız olmak için başlatılan isyanlardan birinin, İlinden Ayaklanması’nın baş organizatörünün büstü ve kendisi bu ayaklanmanın ilk ve en önemli kurbanı. Makedonya tarihyazımında “Makedonya Makedonyalılarındır!” -ki bu sözü Kuzey Makedonya’nın hemen her şehrinde kardeşi ‘Bojkot!”la beraber duvarlara yazılmış şekilde bulabilirsiniz- diyerek Makedonlara ulusal bilinçlerini kazandıran ilk insan, Bulgarlarınkinde Makedonya’nın bağımsız olup Bulgaristan’a katılmasını düşleyen bir Bulgar milliyetçisi. Osmanlı tarihyazımına göre provokasyonlara kapılıp fitne yayan bir asi, bana göre yirminci yüzyılın bütün hengamı arasında bir davaya tutunup otuz yaşında ölen yüz binlerden biri. Ne denilebilir? Uluslaşmanın sancıları bu coğrafyanın yakın tarihinin önemli bir parçası.

Goce’nin Manastır’da olduğu zamanlar konakladığı bu evin önünden ayrılıp tekrar yola koyuluyorum. Sokakta gördüğüm hemen herkes köpek gezdirmekle meşgul, türlü cinslerden bir sürü köpek ortalıkta kuyruk sallayarak dolaşmakta. Benim dairenin yanındaki apartmanın önünde de ne zaman birini görse nefesini tükenene değin kendi etrafında dönerek enteresan bir performans sanatçısı gibi davranan siyah bir labrador var. Her sabah evden çıkışımda daha fazla yorulmasın diye yanından erken ayrılıyorum. Köpekleriyle akşamüstü gezmesine çıkmış bu insanların yanından geçtikten sonra dikkatim sağına dönüp istavroz çıkaran yaşlı bir kadına yöneliyor. Kadının neye bakıp istavroz çıkardığını anlamak için kaldırımın karşı tarafına geçiyorum. Bu sırada kadın da istavroz çıkarmaktan imtina eden bana bakıyor. Bir anlığıma kendimi artık pazar günleri kiliseye gelmeyeceği kararını ailesine açıklamış genç, seküler bir Slav gibi hissediyorum — kusursuz bir Netflix dizisi karakteri, hani “O bölge hakkında da elimizde bir şeyler olsun.” diye çektikleri dizilerden biri. Yaşlı kadının imanlı istavrozuna tanıklık eden şey, otobüs yolculuğum boyunca da gördüğüm aziz ikonalarından birisi. Camekanın arkasında dingin bir sükûtla duran bu aziz ise Konstantin’ten başkası değil. Evet, oturduğum şehrin banisi: İmparator Konstantin. Yanında da annesi Helena duruyor. Anadolu ile Balkanlar’ın mayasını yoğuranlar arasında Roma ortak bir figür. Onlar Slav, Hristiyan ve Roman; biz ise Türk, İslâm ve Roman fakat hepimiz işbu “Rûmî”liğin mirasçılarıyız.

Rotasız yürüyüşüm devam ederken kendimi Şirok Sokak’ın ortasında buluyorum. Burası -malum olduğu üzere- Manastır’ın ana yürüyüş caddesi. İki yanında sıra sıra dizilmiş kafe-barlar var. “Ne be ne!”, “Ajde!”, “Dobro vecer!”ler havada uçuşuyor. Kadınlar genciyle yaşlısıyla şıkır şıkır giyinmiş, erkeklerin giyimleri hakkında aynı özveriyi paylaştıklarını söylemekse güç, ki bu maalesef Şirok’a değil dünyanın genelinde gördüğümüz bir durum. Cadde boyunca farklı mekânlara dağılmış tek bir kokteyl veriliyormuş gibi. Yolda rastlaşan insanlar birbirlerine sarılıyor, uzun uzun sohbet ediyorlar. Dondurmalarını yiyen fötr şapkalı amcalar, ellerinde biralarla yürüyen hepsi sarışın genç erkek ve kızlar, gençliğinde çok güzel olduklarını fark edebildiğiniz güngörmüş Makedon hanımlar… Şirok insana, o insan yalnız bile olsa, olumlu bir tesirde bulunuyor: Rahat, kolay, sakin bir yaşayışa tanıklık ediyorsunuz. Denizi eksik olmakla birlikte hem ailelere hem de gençlere hitap edebilmeyi başarmış -ki bu çok nadir gerçekleşir- bir sahil yolu gibi. Yine de kafelerde oturan herkesin sandalyelerinin yerini değiştirip yolu görecek şekilde oturmaları biraz garibime gitmiyor değil. Özellikle bu oturanların birçoğunun bana bakıyor olması durumu daha da garipsememe yol açıyor. Fakat birkaç gün sonra ben de aynı şeyi yapacak, bir yere oturur oturmaz sandalyemi hafif kaydırıp yoldan gelip geçenleri izlemeye, onlar hakkında yorumlarda bulunmaya, kim olduklarını, daha önce görüp görmediğimi sorgulamaya başlayacağım. Şirok’un belki de en temel olayı birbirlerinin kıyafetlerini, yürüyüşlerini değerlendiren ve bir tanıdıklarını görür görmez selam vermeye hazır şekilde içkilerini yudumlayan insanların yarattığı o samimi ortam. Bu da olmasa, başından sonuna yürümenin en fazla on beş dakika süreceği bu caddenin pek meşhur olması düşünülemezdi de. Bu bakışmaların flörtöz bir tarafı da var tabii, gençlerin bu kadar ‘emeklice’ bir etkinliğe katılmalarını sağlayan da bu olsa gerek. Eh, en nihayetinde balkondan bakarken genç bir Osmanlı zabitine gönlünü kaptıran Eleni Karinte’nin evi de Şirok’ta değil miydi? Tarihten günümüze gelenek devam ediyor. Fakat yazık ki artık Manastır’da Makedon kızlarının gönüllerini kaptırabilecekleri o kadar da Türk yaşamıyor. “Osman Beg”le evlenmek için “Kje se grcham, kje se turcham, mila majchice” — “Yunanlaşacağım, Türkleşeceğim, anneciğim” diye gözünü karartanlar bir hayli azalmış durumda. Bana -da- bir başka zemin, başka zaman lâzımdı!..

Şirok boyunca yürüdükten sonra “Gradski Park”a varıyorum: Büyük Park. Bu isim zihnimin aniden baba memleketime yönlenmesine yol açıyor. Bafra’daki Büyük Park, kaybolduğum, minare hoparlörlerinden adımın okunduğu o park… Orayı da uzun süredir görmedim, belki altı yıl? Fakat şimdi bunu düşünmenin zamanı değil. Gradski Park, Evliyâ’nın Manastır için niye “Dırahtistânlı şehirdir.” dediğini açıklar nitelikte. Burası yol boyunca uzanan, çoğu Manastırlının günlük yürüyüşlerini yaptığı, kahverengi değil fakat siyah sincapların gezindiği, on adımda bir soğuk ve lezzetli suların döküldüğü çeşmelerle bezenmiş güzel bir park. Her yere olduğu gibi buraya da bir Ortodoks haçı dikmişler. Bir de isimsiz bir İtalyan askerinin mezarı var. Bu şehir, dikkatimizi o kadar çekmese de iki dünya savaşında da büyük yıkımlara maruz kalmış, önemli bir askeri hat. Gradski Park’ın ortasındaki yolun sağ ve sol tarafını süsleyen büstler de bunun “İtalyan meçhul asker” anıtıyla birlikte bir diğer kanıtı. Nazi Almanyası’nın işgaline karşı direnirken can veren Manastırlı partizanların büstleri bunlar. Aralarında birkaçının Müslüman olduğunu görüyor ve sevimsiz bir gerçeği fark ediyorum. Almanlardan yediği ve vücudundan çıkarılamayan kurşunla gömülmüş olan dedem bu hengamdan sağ çıkamamış olsaydı onun da burada altında “Dilaver Alushovski” yazan bir büstü olacaktı. Hayat garip. Yirmi ikisinde öldüğün takdirde partizan, seksen dördünde öldüğün takdirde hacı olarak anılabiliyorsun. Demek ki mesele en uygun şekilde anılacağın zamanda ölmekte.

Geldiğim yolu takip ederek eve dönmeye karar veriyorum, gerçi uykum yok fakat kendimi uyumaya zorlamak için can sıkıcı bir ödev hissiyle doluyum. Nikola’nın da dediği gibi, dinlenmem gerek. Yine de Şirok’tan sapıp eve doğru yürürken rast geldiğim Porta Jazz isimli bir mekân, Şirok’un kalabalığından uzak olması ve kaliteli müzikler çalması sebebiyle, hiç olmazsa bir saat oturulmayı hak ediyor gibi. Bir Skopsko söylüyorum. İçeceğimi yudumlarken etraftaki hepsi genç ve çoğu güzel insana imitasyon bir Gustav von Aschenbach gibi bakınıyorum. Fakat burası gençlik ve güzellik üzerine geliştirdiğim ihtiyarca düşünceleri dile dökmek için doğru yer değil. Üstelik von Aschenbach gibi göründüğümü zannederken Teoman gibi görünüyor olma ihtimalim de var, ki bunu düşünmesi bana pek zevk vermiyor.

Sonunda eve dönüyorum. Sevimli, siyah labrador ve tam zamanlı akülü araba şoförü olarak çalışan komşu çocuğu çoktan uykuya dalmışlar. Evde benden önce konaklayanların bıraktığı minimal boyuttaki Tikveş’i de uyumama yardımcı olacağını umarak içiyorum. Nitekim yanılmıyorum da. Yarım saatlik bir tavan seyrinden sonra güvenli bir uykuya geçiş yapmış durumdayım.

ASKERÎ İDADÎ GÜNLERİ

Sabah erkenden kalkıyorum, Nikola’yla buluşmam gerek. İki kruvasan bir şekersiz nescafeyle -insan Edirne sınırını geçtikten sonra kahvaltı konusunda mütevazılaşmaya başlıyor- kahvaltı ettikten sonra Manolya Meydanı’na doğru yürümeye başlıyorum. Şu havuzun, çeşmenin, saatin olduğu, alaturka çarşıyla alafranga Şirok’un ortasında yer alan, Drahor Nehri’nin serinlettiği meydan. Nikola’nın uzaktan geldiğini fakat herkese selâm vermekten yürüyüşünü hızlandıramadığını görüyorum. Tito Gimnazyumu’nun bu saygıdeğer mezunu Bitola’nın tanınan simalarından. Bugün beni Manastır Askerî İdadîsine, günümüzdeki resmi adıyla Bitola Müzesi’ne götürecek. Makedonya’daki bu ücretsiz ikametimin ve aldığım paranın karşılığında hafta içi her gün dört saat bu müzede vakit geçireceğim. Düşünülecek olursa, benim için her açıdan kârlı bir anlaşma. Müzede bizi Biljana Stefanovski karşılıyor. Bu kadın müzenin iki rehberinden birisi ve orada geçirdiğim vakti iyileştirmek adına elinden gelen her şeyi yapan, iyi yürekli bir sosyal medya fenomeni — tabii ki fenomenliği Manastırlı sosyal medya kullanıcılarına mahsus.

Nikola’yla Biljana biraz konuştuktan sonra, Biljana bana müzeyi gezdirmeye başlıyor. Bu bir gezi rehberi değil, gezi yazısı olduğu için müze hakkında öyle uzun uzadıya bilgi vermeyeceğim. Zaten buralara yolu düşen bir Türk’ün Manastır’ı ve doğal olarak Askerî İdadîyi es geçmesi düşünülemez. Yine de zaman zaman böyle vakalara rastlanıyor. Müzedeki bu ilk günümde -şaşırtıcı olmayan bir biçimde- aklım tarihe saplanmış durumda. Şu an bir kahve almak için indiğim okul merdivenlerinden Mustafa Kemâller, Ali Fethiler, Resneli Niyaziler, Cevat Abbaslar, Nuri Conkerler, Salih Bozoklar da inmişti. Bu isimleri toplu bir şekilde anınca insan iyice hayrete düşüyor. Meşrutiyet ve cumhuriyet gibi yakın tarihimizin en önemli iki olayında rol oynayanlardan ne kadar çok kişi bu okulun sıralarında dolaşmış. Neyyir-i Hakikât’te şehir için “Muhibb-i hürriyet evlad-ı vatanın mahall-i ictimaı olan Manastır” denmesine şaşmamalı. Hakikaten, hürriyet âşığı vatan evlatlarının toplanma yeri’ uzun süre bu şehir olmuş. Abdülmecid Fehmi’nin “Manastır’ın unutulmaz günleri”nin ilki saydığı 23 Temmuz’da bin bir nümayişle kutlanan Hürriyet’in burada ilan edilmiş olması bile kâfi gelmez mi? Zavallı Sultan Reşad, ağrıyan bacakları, raşitik ayaklarıyla Rumeli seyahatine çıktığında buraya uğramamış mıydı? Manzur-ı şâhâne olmak bir şehir için az şeref mi? Geçelim…

Müzede geçirdiğim iki ayın bana oldukça geniş bir gözlem malzemesi sunduğunu inkâr edemem. Yine de bu gözlemlerin ne kadarından müspet ne kadarından menfi sonuçlar çıkardığım tartışılabilir. Bir kere bizim insanımızın güzel bir tarafı var, yurtdışında gördüğü genç bir çocuğa ihtiyacı olur diye para teklif etmeyi seviyor. Bunu müzenin Türklerden sonraki en büyük ziyaretçi grubunu oluşturan Yunanlardan görmek pek mümkün değil. Sonra bu insanlardan bazılarının -fakat bazılarının, maalesef bu millî hasletlerimiz arasında yok- öğrenmeye olan ilgisi hakikaten enteresan. Ortaokul mezunu, orta yaşlı bir adamın Türkçedeki bölge isimlerinin birçoğunun Roma eyalet adlandırmalarından geldiğini fark ettiğinde çok önemli bir şey keşfetmişçesine gözleri parıldayabiliyor. Bu merakın varlığını görmek sevindirici. Öte yandan çoğunluğun müzenin Atatürk’le alakalı küçük anı odası bölümünü gezdikten sonra, asıl sergi bölümünü oluşturan karşı koridora öylece bir bakıp “Atatürk’le alakasız burası…” diye mırıldanarak binadan ayrılmaları ayrı bir trajediyi, bizim milletimizin kanseri durumunda olan meraksızlık trajedisini yansıtıyor. İnsan hiç olmazsa verdiği giriş parasının her kuruşundan faydalanmak için isteksizce de olsa oraya bakar diye düşünmeden edemiyorum. Müzede geçirdiğim günlerin en keyifli kısımlarını ise buralardan göç etmiş olan çeşitli ailelerle sohbet etmek ve ziyaretçi defterlerini okumak oluşturuyor. İştipli, Resneli, Ustrumcalı, Köprülülü aileler ve karşılıklı sorulan “Sizinkiler ne zaman gitmiş?” soruları… Bu soru Rumelilerin sohbetlerinin önemli bir parçasını oluşturur. Uzun uzadıya kaç yılında gelindiğinden, nasıl göç edildiğinden, ailelerindeki yaşlılardan, hatırlıyorlarsa bu topraklardaki hatıralarından, hatırlayamayacak kadar küçüklerse ya da Türkiye’de doğmuşlarsa da kendilerine anlatılan hatıralardan bahsederler. Bu ayaküstü sohbetlerin lezzeti bir başka âlem teşkil eder ki o âlemin zevkini duyumsayabilmek için insanın muhakkak Rumelili olması gerekir. En nihayetinde bu göç sürecine tanıklık etsinler veya etmesinler, herkes içten içe bilir ki Anadolu, Rumelililer için anavatan olduğundan bahsedilerek acısı hafifletilmeye çalışılan bir “gurbet”tir. Bu yeşil âlemin, ırmaklar etrafına kurulmuş şehirlerin, bereketli toprakların duyuşu da düşünüşü de sarı otların yayıldığı, ırmakların değil bozkırların çevrelediği, insanın verim almak için boyna savaşmak zorunda kaldığı topraklarınkinden başkadır. Ağıtlarında bile iklimin hafif havası sezilen Rumeli’nin aksine, Anadolu’nun oyunlarında bile bir ağıt ağırlığı hissedilir. Yakup Kadri İstanbullu ile Anadolulu arasında bir uçurum olduğundan söz etmişti, aynı ebatlardaki bir uçurum Rumeli ile Anadolu arasında da caridir. Bunlar aynı dilde şakısalar da ikisi de bambaşka hasretlere, özlemlere, aşklara, iştiyaklara gebe kuşlar gibi aynı nağmede buluşamazlar, yine de seslerinin aynı nağmeye yakınlaştığı nadir zamanlar da bulunmaz değildir.

Müzenin ziyaretçi defterleri ise ayrı bir bahis oluşturacak kadar eğlenceliydi. “Seni anlamayan yobazların Allah belasını versin.” gibi öfkeli örneklerden 11’li hece ölçüsüyle yazılan ve Alevî remizleriyle dolu Atatürk şiirlerine, “Hedef Turan, rehber Kur’an Atam!” yazan politik karmaşadan “Sen de mi okulu sevmezdin?” yazan küçük çocuklara, dolapta üst üste birikmiş ciltler dolusu ziyaretçi defterinin içerdikleri insana devasa bir sosyolojik gözlem imkânı tanıyor. Atatürk’ün Alevîlikle ilgisi ne? Atatürk’ün Turan’ı hedeflediği, hele hele bu Turan hedefinde Kur’an’ı rehber edindiği fikrine nasıl ulaşılmış? Bunlar gibi bir dolu sorgulamadan sonra insan şu gerçeği daha iyi anlıyor: Atatürk’ü pek tanımıyoruz. Tanımıyoruz tanımamasına ama seviyoruz. Vatanı kurtardığı konusundaki müşterek kanaatimiz onu sevmemize yetiyor fakat sevdiğimiz binlerce Atatürk var. Bazen Lenin’le beraber anıyor, bazen Turancılığına kanaat getiriyor, sıklıkla “gerçek” İslâm’ı savunduğunu düşünüyor, bazı zamanlar ise Fenerbahçeli olduğunda karar kılıyoruz. Biz neysek o olabilen, elastiki bir Atatürk algısı bu. Fakat algı ne olursa olsun, insanlar bu büyük kurtarıcının fotoğrafları ve üniforması karşısında gözleri dolmaksızın duramıyorlar. Yaşlı bir teyze öylesine duygusal bir moda girmişti ki, müzenin asıl sergi bölümünü oluşturan bölümdeki temsilî 19. yüzyıl Manastır konağı odası hakkında sorduğu “Burası Atatürk’ün okulda yattığı oda mı?” sorusu karşısında gerçeği söylemek istemedim. Yalanların, daha doğrusu birtakım şeyler hakkında eksik bilgi sahibi olmanın, gerçeği öğrenmekten daha güzel olduğuna inanmakta ısrarcıyım. Bu konuda kanımca hayalet avcılarından daha absürt bir kitleyi oluşturan hakikat avcılarının burun kıvırmalarını umursamayı bırakalı da bir hayli oluyor.

Bulunduğum süre içinde müzeye enteresan ziyaretçiler gelmedi değil. Eski milletvekillerimizden, şimdi de bir ilçede belediye başkanlığı yapan birisi geldi ki beraberindeki bir adam onun içeri girişinden sonra yanıma yaklaşıp kısık sesle “Sayın vekilimiz geldiler.” gibi gereksiz bir cümle sarf etti. Herhalde tavırlarımda bir değişiklik yapmamı, kendisine “Vekilim” diye hitap etmemi beklemişti. Zaten kendisine yeterince saygılı davrandığımdan, olduğumdan daha saygılı davranmama imkân yoktu. Hitap mevzuuna gelince, bugüne değin hayatımda hiç kimseye bulunduğu makamı işaret ederek hitap etmemiştim ve doğrusu bu nevi hitapları itici bulurdum. İnsanlara resmiyet durumuna göre adları ve soyadlarıyla hitap etmenin yeterli olduğuna, sonradan edindikleri geçici veya kalıcı makamları esas alan hitapları kullanmanın ise düşünülenin aksine pek de şık olmadığına inanırım. İnsan âlemde ismiyle var olmalı ve ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir makama isminin yerine geçecek kadar kıymet atfetmemeli. (Bir de son zamanlarda ikide birde işittiğim “tensipleriyle” lafı var ki her duyduğumda etim kemiğim çekiliyor. Anlamından telaffuzuna bütün boyutlarıyla yalaka bir laf olmak için tasarlanmış gibi.) Bu ziyaretten sonra Biljana, manidar bir bilgi de aktardı. Dediğine göre müzeyi Türkiye’den bir sürü önemli insan ziyaret etmiş: Ahmet Necdet Sezer, Abdullah Gül, İlker Başbuğ… Bu bilgiyi verdikten sonra gülümseyerek ekledi: “Yalnızca bir kişi ziyaret etmedi.” Kim acaba? Tahmin etmek zor olmasa gerek. Bir keresinde de NATO kuvveti olarak Kosova’da görev yapan bir Türk askeri beraberinde Çek bir görev arkadaşı olduğu hâlde geldi ki burada bir Türk bulunduğu için duyduğu mutluluk benim de mutluluğuma sebep oldu. Kolluk kuvvetlerine karşı duyduğum antipatiye karşın -bu antipati her tarafı saran şu kimlik kontrollerinde takındıkları garip tavırlardan sonra başladı- silahlı kuvvetler mensuplarıyla rastlaşmak beni her zaman memnun etmiştir. Asker son on senede uğratıldığı bütün itibar suikastlarına, bütün değersizleştirme çabalarına rağmen hâlâ bir şekilde iyi yetişmeyi başarıyor.

NEOLICA: Bir Yorulma Öyküsü ve Bir Akşam Yemeği

Manastır’a geldiğimin ilk haftası Nikola’yla konuşmuş, şehrin hemen yanında Pelister Millî Parkı bulunduğu için muhtemel yürüyüş rotaları hakkında bilgi almak istemiştim. En nihayetinde hafta sonlarım boştu ve İstanbul’un hırgüründen sonra sakin bir şehre ayak uydurmak pek kolay değildi. Bana Pelister’deki yürüyüşü beraber yapmamızı, şimdilik parka gitmeden yapabileceğim ufak bir yürüyüş rotasını, Aziz Smolevo tepesine giden yolu kullanmamı tavsiye etmişti. Ben de önerisini dikkate alarak önce oraya yürümüş -ki hayli zevkliydi-, sonra da arkadaşım Ş.’le beraber yine şehrin dışındaki bir tepede konuşlanmış iki eski Yugoslav uçağının olduğu köye yürümüştüm. Bu yürüyüşlerden keyif aldığım için Pelister’e gitmeyi de iple çekiyordum. Pelister sürekli olarak methedilen, hatta sülalemdeki birkaç ailenin de soyadı olarak taşıdığı, dolayısıyla ilgimi çeken bir yerdi. Doğrusu oldukça eğlenceli geçeceğini düşünüyordum.

Artık Manastır’da belli bir çevrem, daha doğrusu çeşitli ‘çevreler’im de vardı. Nikola, Biljana, Viktor, Hristov, Hristiana, küçük Nikola ve diğerleri. Bunlar Manastır’da Nikola vasıtasıyla tanıştığım Makedon arkadaşlarımdandı. Bir de akrabalarım olan Arnavut grup ve çeşitli vesilelerle tanıştığım Türkler vardı ki bu üç grubun arasında bir kesişmeden söz etmek olanaksız. Gerçi bu grupların birbirlerinden ayrı olmaları benimle onlar arasındaki ilişkiyi sağlayan koşulları farklılığından fakat yine de insan bu üç grubun hâlâ bir araya gelemiyor olmasını manidar buluyor. Her neyse… Nikola bir gün zikrettiğim Makedon arkadaşlarımın olduğu gruba yakında Pelister’e gitmeyi düşündüğünü, gelmek isteyenlerin geri dönüşte bulunmalarını söyledi. Birkaç saat içerisinde ben hariç herkes birer mazeret bildirerek gelemeyeceklerini söylediler. Böylelikle, Eylül’ün başlarında Nikola, kardeşi Dragan ve ben Pelister’de bir yürüyüşe çıktık. Arabayla Lavci isimli sevimli bir köye vardıktan sonra yürüyüşümüz başladı. Esasında bu bir yürüyüşten çok, Pelister Millî Parkı “Baba Dağı”nı ifade ettiği için, bir “hiking”ti fakat ben hiking’i yürüyüş diye değerlendirmek gibi genel bir anlayışsızlığa her zaman düşmüşümdür. En nihayetinde “hiking” dağcılık olmadığı için, düz yolda yürümekten pek farkı olmamalıydı, hep aynı yanılsama: En zoru değilse, o kadar da zor değildir. Nitekim yürüyüşün henüz ortalarında yine sigara içerken yakalandığım için çıktığım bir lise disiplin kurulunda, müdür yardımcısı Selahattin Hoca’nın “Oğlum, o içtiğin sigaralar var ya, bayır tırmanırken götünden çıkacak bir gün.” deyişi beynimde çınlamaya başladı. Arada bir Nikola’nın hayli kilolu sayılabilecek ağabeyi Dragan’a bakıp, “O yapabiliyorsa ben de yaparım!” diye motive olduğumu hatırlıyorum. Fakat Dragan’ın tek dezavantajı kilosuydu, ki bu kilo insana biraz direnç de sağlar. Onun aksine ben çelimsiz denebilecek derecede zayıftım. Son beş senedir gerçek bir ciddiyetle sürdürdüğüm tek eylem sigara içmekti. Bunun yanı sıra keyif verici bilumum maddeye, tam da keyif verdikleri için, önlenemez bir meylim vardı. Gerekmediği sürece kahvaltı etmezdim ve uzun süren yürüyüşler dışında ömrüm boyunca bir gün bile spor yapmamıştım. Genel hatlarıyla anlattığım bu hayat tarzından bir güne bir gün rahatsız olmuşluğum da yoktu. Ve şimdi, telefonumun yürüdüğüm yolu kilometre cinsinden saymadığı fakat “çıkılan kat” olarak hesapladığı hasbi, gerçek bir tırmanışta, Makedon arkadaşlarımın hepsinin mazeret bildirmelerinin altında yatan gerçek sebebi keşfeder gibi oluyordum. Yine de insan bir kereliğine böyle hatalar yapmalı.

Küçük bir dağ evinde bir saat kadar dinlendikten sonra vardığımız Neolica zirvesi bütün bu yorgunluğu biraz olsun unutmama yol açtı. Üstelik işin bundan sonrası aşağı inmekten ibaretti ve ben yine muhakeme yeteneğim perdelenmiş bir biçimde aşağı inmenin çok kolay olacağı şeklindeki yanlış kanımla mutlu mesut geçinip gidiyordum. Ayaklarımı uzatmış, gördüğüm en güzel doğal manzaralardan birini seyrederken bu yedi saatlik hayli yorucu maceranın bütün yorgunluğunu unutmuş gibiydim. Fakat dediğim gibi, tekrar Lavci’ye varmamız için dizlerim titreye titreye iki buçuk saatlik bir iniş serüveni daha yaşanacaktı. Toplamda yedi saat süren bu yürüyüşten sonra düştüğüm vaziyet Nikola’nın biraz suçlu hissetmesine sebep olacak ki ertesi akşam için beni evine davet etti.

Ertesi gün Manastır’ın o meşhur yağmurlarının başladığı güne tesadüf etti. Sonbahar şehri ansızın ele geçirmişti. İlgili davetin bu yağmurda dışarı çıkmaya değip değmeyeceğinden şüphe ediyordum. Zira Nikola “biraz atıştırırız” gibi pek de çekici olmayan bir söylemi tercih etmişti. Fakat onun üç katlı zengin evi -adam en nihayetinde Mercedes kullanıyor- ve ikramları bu davetin benim açımdan iyi geçmesine yeterli geldi. Uzun süre Dubai’de çalışmış bir kadın arkadaşı, DJlikle meşgul bir diğer erkek arkadaşı, sekiz yaşındaki küçük oğlu Marko (sürekli uzandığı için kendisine “Marko Paşa” diye hitap ediliyor — ne kadar oryantalistik) ve birkaç diğer arkadaş Nikola’nın şaşırtıcı aşçılık yeteneklerine tanıklık ettik. Bu yemeklere hoş bir tatlı ve birkaç kadeh Tikveş de eşlik edince şikâyet edilecek bir şey yoktu. Bir de bizim Türklerin çoğu zaman rakının muadili zannedip hayal kırıklığına uğradıkları, yüzde elli alkol oranına sahip ve sek içilen “rakija” mevzuu var ki, bütün yabancıların hoşlanmamakta ittifak ettikleri ve bir teki olsun yarım bırakmaksızın tamamlayamadıkları bu sevimli içkiyi ben her nedense sevmiştim. Hatta rakı, uzo ve mastika üçüzlerinden daha güzel olduğuna dair kanaatimi hâlâ koruyorum. Her halükârda güzel bir akşamdı. Gerçi Allah’ın dinle diyanetle pek de alakalı olmayan kimlik Ortodoks’u Nikola, “Bizim başımızdakiler Amerika ne derse yapıyor, Erdoğan da yapıyor ama en azından yapmadan önce onlara sert sözler söyleyebiliyor. O yüzden onu seviyorum.” gibi yıkık bir cümle kurmasaydı daha güzel olacaktı. İki buçuk milyonluk “eski Yugoslavya cumhuriyeti” Makedonya ile seksen küsur milyonluk yüz senelik devleti kıyaslamasının aslında saçma olduğunu anlatmak mümkün mü? Asıl olması gereken, onların birkaç sert çıkış yaptıktan sonra her istenileni yapması ve bizim her istenileni yapmamamız. Fakat hem burada hem memlekette son on yıllarda “Kara bahtım kör talihim” hayatlarımızın fon müziği olmuş durumda.

BİR ŞİİR

Anlaşılan Manastır anlatım da bir yazıya sığmayacak ve araya birkaç diğer Makedon şehri (Tetovo, Krusevo, Üsküp ve yığınla yazı yazılmış olduğu için muhtemelen gelmeyecek olan Ohri) hakkındaki yazılar girdikten sonra kaldığı yerden devam edecek. Daha Greshnica günleri ve genel bir Manastır portresinin çizilmesi lâzım. Manastır anlatısı devam edesiye kadar, durduk yere “eski şiirin rüzgâriyle” ortaya çıkan, şu şaka kabilinden şiiri yazının sonu kabul edelim. Yigirmi birinci karn-ı milâdînin Rumilili şairlerinden Receb nâm bir şair değil fakat hezl-gû tarafından kaleme alındığı mervîdir.

Gösterdi şükür Tanrı Manastır’da bahârı
Gel zevk idelim Rumilinde leyl ü nehârı

Seyretmeğe dilberleri âdem doyuk olmaz
Bil nesne gerekmez sofu kıl terk-i hatârı

Bendler yıkarak akdı da nehr-i Dırâhor
Şenlendi hemân şevkle Baba Dağ’la civârı

Aldanma sakın Pirlepe’nin nazlı yüzüne
Köprülü ile Üsküb’e hem kılma nazârı

Peymâne-şikest sâki-i gamnâkı ko gitsin
Mamur-ı harâbata gelib sür vuslat-ı yârı

Bir gül açılır râh-ı Şirok içre ki görsen
Vardır ne rakîbin elemi vü ne de hârı

Şâyet düşe yâdına ki âlem ne de fânî
Haydar Kadı’da diz çökerek eyleye zârı

Yâd ellere geldiğini zannetme ki zâir
Türk’ün beş asırdır burada onca mezârı

Bezisten’e varsan görünür çeşme-i sâgîr
Hâlâ doludur seçme güzellerle kenârı

Tatmakla kanılmaz suyuna sanma abartı
Çün kasr-ı Süleymân’a zemîn sanki pınârı

Bir öyle vatan hissine gark oldu idi belki
Rü’yâda görünen çınar Osman’a çınârı

Qabja e bukurisë nuk është gjetur, por
Ky është mjafton që e gjetën atëherë

Mos jesh kurioz për që e gjetën, mori xhahil
Kupto vëlla, pergjigja ime është Manastiri*

Ebyât ile mümkin mi olur medh-i Manastır
Üstâd-ı sühân olmaya âdem susa bâri

Bir başka bahâr belki de olmaz a Receb sen
Kır zencîr-i nâmus ile peymâne-i ârı

*”Güzellik Kâbe’si bulunamadı ama / Sonradan buldukları yeter / Ne buldukları hakkında meraklı olma, bre câhil / Anla kardeş, cevabım Manastır’dır.” (Bu iki yarı-anlamlı, dolayısıyla yarı-anlamsız beyit yazılana kadar Arnavutçayı aruza uydurmanın ne kadar zor olduğunu korkunç şekilde tecrübe ettiğimden oturup bu dilde koca divan yazan Nezim Frakulla’ya saygım mı arttı, böyle boş bir işe giriştiğinden ötürü deli olduğuna dair kanaatim mi güçlendi bilemiyorum.)

--

--